19 Ocak 2016 Salı

Dünya ayaklar altında

Dünya ayaklar altında

Yirmi birinci yüzyılın insanı olmak, bu dönem içinde yaşamak ne kadar muazzam bir duygu. Geçmişte atalarımızın yaşantılarını tarih kitaplarından okuduğumuzda ya da eski bir film izlediğimizde birçok yaşanmışlıklara şaşkınlıkla gülümseriz. Büyüklerimizin anılarını dinleme lütfünde bulunduğumuzda şimdiki zaman karşılaştırılır ve bu kısa sohbetlerde imkânsızlıklardan bahsedilir. Konuşmaların sonları ise yaşanmış, zihinlerde dipdiri duran küçük mutluluklar dile gelir. Sönmeye yüz tutmuş gözlerde beliren bu mutluluk bizlere bırakılan en güzel anılardır aslında.

Yaş itibari ile bizlerde artık o noktaya geliyoruz. Son elli yılda dünyada ve son yirmi yılda ülkemizde ne çok şey değişti. Bu değişikliklerdeki en önemli etken, bilindiği üzere teknolojinin hızla hayatımıza girmiş olmasıdır. Cep telefonlarının ve internetin ardından akıllı telefonların parmaklarımızın ucunda olması demek, dünyanın ayaklarımızın altında olmasıyla eş değer bir nevi. Oturduğumuz yerden dünyaya bir şekilde de olsa hâkim olmak, olan bitenden haberdar olmak mutluluk verici olsa gerek.

Genel düşünce bu iken toplum olarak, dünya insanı olarak neden daha az mutluyuz? -Hiç düşündünüz mü –demeyeceğim tabii ki. Her aklı başında, birey belli dönemlerde kendi veya çevresindekiler için düşünür elbet. Yaşam içerisindeki eksiklikler kişi için büyük mutsuzluk kaynağı olabilir. Giriş kısmında atalarımızın yokluk içindeki yaşayışlarından bahsetmiştim. Eksiklikler yönünden, zamanlarımızı karşılaştırınca mutsuz olmak için asıl onların geçerli sebepleri vardı. Ama durum tam tersine bu zamanda. Gençlerimiz neden mutsuz? Çocuklarımıza elimizden gelen her şeyi yapmamıza rağmen neden mutlu edemiyoruz? Biz neden daha az mutluyuz? Neden içyapılarımızı huzurla donatamıyor, esenlikle dokuyamıyoruz? Sağlıklı nefes alıp vermemiz en büyük mutluluk neden olamıyor? Sorunun cevabı çok basit aslında fakat sorunun çözümü ise bir o kadar da karmaşık.

Parmaklarının ucunda dünyayı gözlemleyen çocuklarımıza, sunduklarımızla yetemiyor olmamız işin bir boyutu olabilir. Onlar parmaklarının yardımıyla görüp, ulaştım sandıkları dünyanın nimetlerini avuçlarında hissetmek istiyorlar. Avuçlayamadıkları dünya onları türlü türlü hırslara ve akabinde mutsuzluklara sürüklüyor çoğu zaman. Doyumsuzluk ve sürekli tüketme ihtiyacı burada kendini gösteriyor. Bilinçli hareket eden, bu duruma dur diyebilen ebeveynlerin çocukları, geçişleri daha az hasarla atlatmakta ve elindekilerle yetinip mutlu olabilen bireyler olarak yollarına devam etmekteler.

Bir çocuğun, akabinde bir toplumun şekillenmesinde en etkin usta tabii ki annedir. Mutlu annelerin ellerinde ilk şeklini, ilk eğitimini alan çocuk topluma sağlıklı bireyler olarak adım atar. Önemli olan annelerin ne kadar mutlu olduğudur. Dünya sadece çocuklarımızın parmaklarının ucunda değil tabii ki. Anneler ve babalarda bu durumun bir parçası.  Onlarda tüketim çarkının içinde savrulup duruyorlar. Bu noktadaki kontrol mekanizması bilmelisiniz ki şükürdür. Bu kontrol mekanizmasını işletemeyen, şükretme erdemliliğini hayatının merkezine koyamayan her birey mutsuzluğa davetiye çıkarıyor demektir.  
“Daima önüne değil ardına da bak” felsefesi çoğu zaman doğru bir davranış olabilir. İleriye koşarken, aşırı isteklere ulaşamama durumunda, tamiri imkânsız hayal kırıklıkları olan, doğru bakış açısını yakalayamayan ve kendine yabancılaşan bir neslin varlığı kaçınılmaz olacaktır. Hayatın satır aralarının okunabilmesi bu noktada çok daha fazla önem arz etmektedir.

Kendini aramak, kendini bulmak, kendine bakmak, kendini görmek, kendiyle tanışıp kendisiyle beraber yaşamak, kendini değerli kılmak ve en önemlisi kendini mutlu etmek kavramlarını yakalayabilen her birey mutluluğunu ve mutluluğun beraberinde gelen başarıları da yakalayacak demektir. Benlik duygusundan sıyrılmış birey, sosyal hayattaki duyarlılıklarıyla varlığına değer kattığında mutlu olacaktır. İçinde bulunduğu hayatta An’a hâkim olanlar, güzel görüntüler resmedeceklerdir geleceğe.

Kısaca; kişinin mutluluğunun ya da mutsuzluğunun en büyük mimarı kişinin yine kendisidir diyerek sözü, sözün üstadına bırakıyorum.

 Necip Fazıl der ki;
                           “ bir bölünmez ki insan, onu zaman bölüyor  
                                       İnsan her an dirilip her saniye ölüyor”


Vildan Poyraz Coşkun
20.12.2015
Yazı No: 32

Söz Şehri Dergisi, Sayı 4
Ocak Şubat Mart 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder