2 Mart 2019 Cumartesi

SÖZ’üm Sivas’a

SÖZ’üm Sivas’a

Söz, birçok farklı anlamları barındıran kapsamlı bir kelimedir. Edebiyat alanında kullanılan karşılığı ‘bir konuyu yazılı olarak açıklamaya yarayan kelime dizisi’ iken söz sahibi olmak ise bir konuda bilgisi ve yetkisi olan kimsedir.
 
Çocuk yaşta ve okul dönemlerinde ‘söz hakkı olmadan konuşma’ ikazıyla çokça uyarılırız. O dönemlerde bizim de pek hoşnut olmadığımız, anlamını henüz idrak edemediğimiz bir müdahaledir. Büyüdük tabi ki. Ne kadar önemli bir ikaz olduğunu idrak ettik birçoğumuz.

Demokrasinin olmazsa olmazıdır söz hakkı. Milletin hür iradesiyle, çoğunluktan bu hakkı alan ise seçilmişlerdir. Belli bir süre içerisinde söz verilir onlara. Onlar da inisiyatiflerini kullanırlar ve birilerine söz hakkı verirler. Tıpkı SözŞehri’miz gibi. Sözün bol olduğu bu şehir dergisi de söyleyecekleri olana söz verir ama en önemli sözü kalem kullananlara okur verir. 14.sayısıyla birlikte beşinci senesini dolduran SözŞehri Dergisi de Sivas kültürünün geleceğe aktarılmasında haklı bir gururu yaşamaktadır. Vesile olanların gururudur adeta.

Okurundan söz hakkı alan yazar konuşur kalemiyle zaman ve mekân mefhumu olmadan. Edebiyatla ve sanatla uğraşanların en ilginç yanı bu âlemde olmayanlar da dâhil konuşuyor olmalarıdır. Söz uçar yazı kalır ifadesinin tam karşılığı bu olsa gerek. Örneğin sekiz asır önce yaşamış olan Hz. Mevlana’nın Mesnevisini okumaya başladığımızda söz hakkı onundur artık.
 
Şehri, şehir yapan unsurlar vardır. Şehri geleceğe taşıyan kültür köprüleri gibi. Şehir merkezinde bizi ecdadımızla sıkı sıkıya bağlayan görkemli eserler vardır. Çifte Minare, Buruciye ve Gök Medresesi gibi. Yakın tarihimizden kalan Kongre Binası ve daha niceleri.
 
İyi niyetlerle şehirleri için elinden gelenleri yapanlar vardır. Sivas’ta son yıllarda tadilattan geçirilip şehir kültürüne kazandırılan tarihi konakların yanı sıra yeni açılan kültür merkezleri şehir halkının hizmetine sunulmuştur.

Geçmişten gelen ve şehir kültürünün geleceğe aktarımına yönelik onlarca basılmış kitaplarla Sivas Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü ‘Kültür Şehri’ sıfatının içini doldurmaya yönelik ciddi çalışmalarıyla göz doldurmuştur. Belediye tarafından 2015 yılında Şemseddin Sivasî yılı, 2016 yılında, Kadı Burhaneddin yılı ilan edilmesiyle birlikte, kültürel çalışmalara daha çok hız verilmiştir. 2017 yılında ‘Şemseddin Sivasî Külliyatı’ yirmiye yakın cilt olarak şehir kültürüne kazandırılmıştır.
 
Belediye tarafından şehrin kültürüne kazandırılan son eserlerden biri, on bir cilt olarak ‘Sivas Şehrengizleri’ olmuştur ki Sivas’ın önde gelen kalemleri, şehir kültürünü yansıtan farklı konu başlıklarıyla okurlarla buluşturulmuştur.
 
Bu diyarda doğup şimdilerde göçmüş, şehir kültürünün oluşumunda mihenk taşları olmuş değerlerimiz vardır. Şemseddin Sivasî gibi, Âşık Veysel gibi. İhramcızade İsmail Hakkı, Sarıhatipzadeler, Âşık Ruhsatî, Âşık Talibî, Sefil Selimî, Âşık İsmetî gibi. Bu muazzam değerlerimizi eserleriyle yarına taşımayı vazife edinen yürekler vardır bu şehirde.
 
Şehir hizmetinde bir dönemin sonunda vicdanlarda değerlendirdiğimiz Sivas Belediye Başkanı Sami Aydın Bey’i samimi duruşuyla, her düşünceyi kucaklayan geniş vizyonuyla, belki de en önemlisi şehrin en ücra köşesinde, soba başında toplanan, sözün asıl sahipleriyle çay içerken hatırlanacaktır. Ben inanıyorum ki bu şehrin halkı ‘iyi ki’ diye başlayan cümleler kuracaktır yarınlarda.
 
Ne güzeldir söz hakkını alan yöneticilerin, farklı birçok hizmetlerle sözü asıl sahiplerine geri vermeleri.
 
Vildan Poyraz Coşkun

Sözşehri Dergisi
Sayı 14, Mart 2019
Yazı No: 37

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Zamanla Yarış Bizimkisi

Zamanla Yarış Bizimkisi

Gelişiyor muyuz?
Evet
Değişiyor muyuz?
Evet
Yozlaşıyor muyuz?
Tabii ki evet

Birbirine bağlı bu üç kavram ateş topu gibi kucağımızda. Farkında değiliz ama ışık hızında yaşıyoruz.
Gelişimi istemeyen, değişimlerden hoşnut olmayan insan çok azdır sanırım. Bu durum çoğumuzu ziyadesiyle memnun etmekte. Değişimle birlikte toplumun her alanında yaşanan yozlaşma ise birçok artıların yanında negatif, arzu edilmeyen bir süreçtir. Yeni nesil yozlaşmanın sadece kelime anlamını biliyor. Az gelişmişlikten gelip, hızlı bir değişimin içinde kendini bulan, belli yaş grupları yozlaşmanın uç noktalarını günümüzde yaşıyor ama gelişimin peşinde koşmaktan da geri durmuyor maalesef.
Değişime yetişemediği durumlarda tirajı komik olaylar da yaşanmıyor değil.

Olaya iletişim noktasından bakalım isterseniz; güvercinlerle taşınan mektupların yerini, hızıyla sınır tanımayan e-postalar birer nimet olarak gözükse de posta güvercinlerinin işsizliğini hiç hesaba katmıyoruz ya da THY’nin müthiş büyüme grafiğiyle gururlanırken, Hazerfen Ahmet Çelebi’nin uçuş denemelerini başarıyla sonuçlandırdığında ki tarifi imkansız mutluluğunu göz ardı ediyoruz ne yazık ki.

Geniş yelpazede düşündüğümüz zaman teknolojik anlamdaki her türlü gelişme bizlere daha rahat yaşam alanları sağlamakta. Sağlık alanında ki gelişmeler sayesinde birçok basit ölümlerin önlendiği bir gerçek. 
İnsan gücünün yerini alan makinelere kim hayır diyebilir ki? 
İletişim hiç olmadığı kadar kolay ve zevkli.
Tüm bunlar pozitiflerimiz, olmazsa olmazlarımız şimdilerde.
Bu anlamda gelişmelerden en üst düzeyde nimetlendiğimiz ise başka bir gerçek.
Genç neslin gelişimleri, değişimleri ustalıkla takip etmelerini takdire şayan buluyorum.
Zamane çocukları ne de olsa.

Bir yazımda “Gençliğim teknolojiyle el ele nereye gidiyor” demiştim.  Bu sorunun cevabı beni endişelendiriyor açıkçası. Onların gelişim heyecanlarına ortak oluyoruz fakat kaybolan insani ve kültürel değerlerimizin farkında olmalarını sağlayamıyoruz.

Zaman müthiş bir kavram. Yaş kemale erdiğinde çabuk büyümek isteyen çocukluğumuzun aksine zaman dursun isteriz. Zamanın baş döndürücülüğü korkutur bizi. Uçsuz bucaksız gibi gelen, ifade ederken bile heybetini hissettiğimiz dünya bu kadar mı küçük olur. Uzay’a ay’a tatile gidilmesinin hesaplarının yapılmasına ne demeli?

İletişim ağının bu gelişimiyle birlikte başka başka diyarlarda dost, arkadaş, eş bulabilmek akıllara ziyan gelmiyor artık. İletişimin nimetleri bunlar iken
Ya kaybettiklerimiz…
Çocuklarımız dünyanın öbür ucundaki biriyle yanı başındaymış gibi iletişim kurabiliyorken, salonda oturan aile bireyleriyle dilden uzak olması ne kadar acı. Kalkar kalkmaz whatsApp gruplarına günaydın mesajları atan yetişkin ya da gençlerin kapıda karşılaştığı komşularına selam vermekten aciz olmaları ve daha niceleri.
Teknolojik anlamda gelişiyoruz ama insanlığımızı kaybediyoruz ne yazık ki.
Tüm bunlar bize bir şeylerin ters gittiğinin sinyalleri olmalı.

Nereye kadar teknoloji?
Nereye kadar iletişim?
Nereye kadar gelişme? Deme vakti.
Çocuklarımızın üzerinde kontrolümüzü kaybettiğimiz an kendimizi sorgulama vaktidir.

Konu itibari ile yine atalarımızın kıymetli bir sözüne geldik.
“Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal”
Bizim halimiz bu işte.

Vildan Poyraz Coşkun
Sözşehri Dergisi
Sayı 9, Nisan, Mayıs, Haziran 2017
Yazı No: 36

bir vatan uğruna…

bir vatan uğruna…

Elif, yatmak üzere odasında hazırlıklarını yaparken içerde annesinin telaşlı, korkulu seslerini işittiğinde aceleyle salona koştu. Babası hiç ses çıkarmadan ama annesinin yüz ifadesine benzer bir ifadeyle televizyona adeta yapışmış bir vaziyetteydi. Hâlbuki televizyonu bu şekilde izlememesi için kendisini ne kadar çok uyarıyorlardı.  “Anne ne oldu” dedi Elif. Annesi ise yine aynı telaşla “darbe olmuş kızım” dedi defalarca. Elif korkuyla “darbe ne anne”  diyerek soru soruyordu annesine. Bir süre sonra babası “hanım ben gidiyorum kızımız sana emanet. Ne olur ne olmaz. Hakkını helal et” diyerek Elif’i her zamankine benzemeyen bir şekilde sarıldı, öptü ve evden ayrıldı.

Annesi ağlamaklıydı. Bir şeyler ters gidiyordu. Babası her zaman evden çıkarken -görüşürüz- derdi. Oysa bu sefer farklı bir şey söylemişti. Babası gittikten sonra annesi Elif’i rahatlatmak için yanına oturttu ve anlatmaya başladı. “Bak Elif’im. Şu anda sana anlatacaklarımın ne kadarını anlayabilirsin bilemiyorum çünkü henüz çok küçüksün. Etrafımızda vatanlarında savaş olduğu için evlerini, işlerini okullarını en önemlisi vatanlarını bırakıp ülkemize gelen Suriyeli kardeşlerimiz var. Ülkemizde darbe yaparak onların durumuna düşürmeye çalışıyorlar bizi. Darbe şiddet demek kızım. Vatanımızın elimizden şiddetle alınması demek. Bir çocuğun zorla annesinden babasından alınması gibi düşün. Kitaplarda okuduğunuz, öğretmenlerinizin ve evde de bizim anlattığımız Kurtuluş savaşı gibi, Çanakkale savaşı gibi. Dedelerimiz bu savaşları yapmasalardı şuan vatanımız olmazdı bizim. Şimdi de aynı durum kızım. Vatanımızı bizden almak isteyenlere karşı çıkmazsak başkalarının vatanında ezik bir şekilde yaşamak zorunda kalırız Allah korusun. Babanda ve diğer çocukların babaları da Vatanımızı kimselere vermemek, sahip çıkmak için gittiler. Merak etme her şey düzelecek. Vatanımızı biz çok seviyoruz onu bizden hiç kimse alamaz”  diyerek kızına sımsıkı sarıldı.

çığlıklar döküldü gecenin yırtmacından
biz maskelilerin eşkıyalığı sonrası
vatanın daralan sokaklarında
topladık yarınlarımızı tek tek
 gelincik misali
-Vildan poyraz coşkun- 

Elif henüz on yaşında. Annesinin dediği gibi bazı kavramları anlayabilmesi için yaşı henüz çok erken. Vatan kelimesini çocuklarımıza eğitim döneminin ilk yıllarında farkındalık yaratmak adına bolca kullanırız. Mesela “atalarımız vatanımızı düşmanlardan kurtardı” cümlesi çocukken en sık duyduğumuz daha sonraki nesillere de aktarılan bir cümledir.
Sıcak savaşların soğuk savaşlara döndüğü günümüzde -vatan olgusundan uzaklaşan nesillerle karşı karşıyayız- dediğimiz bir zamanda yaşanılan talihsiz bir olayla gördük ki düşündüğümüzün aksine vatan sevgimiz genç neslimizde de dipdiri duruyor. Kurtuluş savaşı gibi Çanakkale savaşı gibi ve daha nicelerinde verilen mücadelenin bir tekrarı verildi 15 Temmuz akşamı ve sonrasında. Atalarımız boşuna şehit düşmemişler dedirtti o gecenin şehitleri ve gazileri.
Bastığın yerleri “ toprak” diyerek geçme tanı
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı
Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı- diyen istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un bu satırları bugünlerde ne kadar da anlamlı geliyor insana. Vatan sevgisini yakın zamanda yaşadığımız böyle bir acı olaydan sonra anlatmayı kimse istemezdi fakat bu olayın en yakın tarih ve taze gündem olması nedeniyle bu noktadan anlatım kaçınılmaz oldu ne yazık ki.

Çocuğa okuldan önce ailede birçok eğitim verilmeye başlanır. Küçük yaşlardaki çocuklara, insan, bitki, hayvan sevgisi ve en önemlisi Allah sevgisi aşılanırken okul eğitimi ile birlikte vatan sevgisi de devreye girer. Vatanı anlatmadan önce çocukta tarih bilincinin fark ettirilip geliştirilmesi daha doğru ve yerinde bir davranış olacaktır. Tarihimizi masallarla ve çizgi diziler yardımıyla anlatmak çok daha etkili bir yöntemdir. Son yıllarda bu anlamda ki yapımlara ağırlık verildiğini görmek çocuklarımız adına sevindirici.

Eğitim dönemi içerisinde önemli bayramlarımızı, zafer kutlamalarımızı ve birçok anma etkinliklerimizi öğrencilerimizle birlikte okullarda kutluyoruz. Her yıl tekrarlanan bu etkinliklerin sıradan günler olmadığını ve bu günlerin öneminin öğrencilerimize, doğru bir şekilde anlatılması tabii ki biz eğitimcilerin en büyük sınavı olsa gerek. Bizler –vatan- kelimesini sıradan olmaktan çıkarıp, tıpkı isimleri gibi özel bir kelime olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu özel günlerin öncesinde ya da o günlerde bu anlatımları destekleyen görselleri öğrencilerimize sunduğumuzda daha etkili bir farkındalık yaratmış oluyoruz.

15 Temmuz sonrası bir şekilde de olsa vatansızlığın bizlerden neleri alıp götüreceğini iyi sezinledik. Çocuklarımızla yaşadığımız o günler anlatımın, yaşanılanların hiçbir zaman önüne geçemeyeceğinin bir göstergesi olması bakımından hayırlar doğurmuştur.  Elif gibi birçok çocuğun ve gencin vatan olgusu 15 Temmuz sonrası tam yerine oturmuştur. Meydanlarda neden toplanıldığını, her zaman aşina oldukları “vatan bölünmez” sloganının tam olarak ne anlama geldiğini biz anneler babalar ve eğitmenler çok daha etkili bir şekilde çocuklarımıza anlatır olduk. İstiklal marşımızı sıradan bir replikten uzak, içeriğini kavramış olarak okuduk çok şükür.

Edebiyat alanında Vatanı anlatan birçok eserler yazılmıştır. Şiirlerde söylemek istediklerimizi bir çırpıda anlatan çok güzel satırlar dizeler vardır. Yazımda ki eksiklikleri kapatacaktır merhum şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın vatan sevgisini anlatan güzel dörtlüğü;

Allah bir nefes kadar yakın
gökyüzü bir nefes kadar uzakta
gidecektir kainatın son zerresine dek
hürriyetimiz, bu toprakta
           

vildan poyraz coşkun
08.10.2016
Yazı No: 35
 
Şiir Vakti Dergisi
Sayı 11, Yaz 2017

16 Mayıs 2017 Salı

Ulu Çınarın Zanaatkar ve Sanatkar Sultanları

Ulu Çınarın Zanaatkar ve Sanatkar Sultanları

Osmanlı zariftir
Osmanlı naiftir
Şiir gibidir geçmişim
Şiir gibidir Osmanlım
Şiir gibi olacak neslim…

Bilinen bir gerçek ki ardı sıra bırakılan zaman, kişisel olmanın ötesinde toplumsal olduğunda daha bir önem kazanır. Kişisel gurur önemlidir ama bir toplumun gururu yekûn hissedildiğinden sanırım daha bir değerlidir.
 
İnsan geçmişiyle gelecektedir. Bu şanlı tarihin oluşmasını sağlayan tabii ki devletin başındaki özel hasletleri olan özel şahsiyetlerdir. Geçmişimizde iz bırakan padişahların devleti yönetme görevleri dışında özel uğraşları da olmuştur. Bu uğraşlarıyla ilgilenmemizin amacı, onları özel kişiliklerine kattıkları kazanımlarıyla değerlendirmek olmalı.

Bir dönem devlet hazinesine dokunulmasını yasaklayan bir kanunun çıkarılması ve bu kanuna birçok devlet adamının uyması, düşünülesi bir davranış. Sultanlarımızın birçoğunun devlet idareciliğinin yanında uğraştıkları hatta para kazandıkları meslekleri olmuştur. Padişahlar şehzadelik yıllarında ilmi yönleriyle donatılırlarken, kötü günlerinde kendi ihtiyaçlarını giderecek sanat ve becerilerini geliştirmek adına mesleki eğitimler de almışlardır.

Sultan İkinci Abdülhamid Han ile başlayalım isterseniz. 1876-1909 yılları arasında 33 yıl padişahlık yapan sultanın müthiş bir zekâya ve hafızaya sahip olduğu noktasında bütün kaynaklar hemfikirdir. Bu özelliklerinin yanında onun saygılı, nazik ve gönül almasını bilen bir devlet adamı olduğu yönündedir. Sultan ikinci Abdülhamit Han’ın en belirgin uğraşısı marangozluktur. Bunun yanında öne çıkan uğraşları arasında kılıç kullanmak ve tabanca ile atış yapmak vardır. Ancak hiçbir zaman çalışmalarını aksatmamış, yoğun bir çalışma programı yürüterek günde on altı saat mesai yaptığı geceler çok olmuştur. Bu özellikleri sebebiyle ciddiyetten taviz vermeyen, hata ve ihmali affetmeyen bir kişiliği vardır. En önemli özelliği sorumlulukları dağıtmasına rağmen en son kararı kendisinin vermesiydi.

Sultan Beşinci Murad Han; geçliğinde farklı dillerde iyi bir eğitim alan sultan okumaya çok meraklıdır ve edebiyata karşı büyük ilgisi vardı. Ayrıca garp musikisi dersleri almıştır. Sultan aynı zamanda bestekârdır.

Sultan Abdülaziz Han; şehzadeliği döneminde iyi bir eğitim alan padişah, zeki dindar, batı kültüründen ziyade milli kültürü savunduğu dile getirmesine rağmen Mısır ve Avrupa seyahatlerinden sonra değiştiği yazılır. Sultanın Arapça risale yazdığı, hat ve yazısının güzel olduğu ayrıca musiki ile de ilgilendiği, ney ve lavta çaldığı söylenir. Bu yönüyle bestekâr sultanlar arasına adını yazdırmıştır. Hicazkâr ve şerhan makamlarında güzel besteler bırakmıştır.

Sultan Birinci Abdülmecit Han; 1839-1861 yılları arasında 22 yıl padişahlık yapmış olan sultan küçüklüğünden beri iyi bir tahsil almıştır. İyi Fransızca bildiği ve Avrupa’daki yayınları özenle takip ettiği nakledilmektedir. Hal böyle olunca sultanın uğraşları da bu yönde gelişmiştir. Kendileri modern bir ressam ve batı usulü alafranga besteler yapan bir bestekârdır.

Sultan üçüncü Selim Han; 1789-1807 yılları arasında 18 yıl padişahlık yapmış olan sultan henüz 13 yaşındayken tahta geçirilmiştir. Diğer padişah adayları gibi iyi bir eğitim alması için çaba gösterilmiş, en iyi hocalardan İslam ilimleri, edebiyat, hat ve musiki dersleri almıştır. Ayrıca ney üflemesini ve tambur çalmasını da bilen sultanın bazı besteleri günümüze kadar ulaşmıştır. “İlhami” mahlasıyla yazdığı şiirler hala hayranlık uyandırmaktadır.

“Layık olursa cihânda bana taht-ı şevket;
Eylemek mahz-ı safâdır bana nâsa hizmet” diyen sultanımız resmede meraklıdır. Şehzadelik dönemlerinde en çok musiki ile ilgilenmiş ve en güzel eserlerini bu dönemde bestelemiştir.

Sultan üçüncü Mustafa Han;  şehzadeliğinde aldığı eğitim ve okuduğu kitaplar onu dönemin uleması arasında hatırı sayılır bir yere getirmiştir. İlim ve âlime önem veren ve âlimleri himaye eden padişah olmuştur. Güzel konuştuğu ve güzel yazdığı rivayet olunur. Aynı zamanda birçok padişah gibi o da şairdir ve “cihangir” mahlasıyla günümüze eserler bırakmıştır.

Koca Rağıp Paşa gibi değerli bir veziri kaybedip, yerine aradığı nitelikte bir vezir bulamayınca yazdığı dörtlük dikkate değerdir.

“Yıkılubdur bu cihan sanma ki bizde düzele
Devlet-i Çarh-ı denî virdi kamú müptezele
Şimdi ebvab-ı saadetde gezen hep hezele
İşimiz kaldı heman merhamet-i lem-yezele”

Sultan Birinci Mahmut Han; birden fazla mesleği olan sultan, abanoz ve fildişinden yaptığı hilallerle(kürdanlar) ün salmıştır. Mücevher işçiliğiyle ve oymacılıkla da ilgilenen padişah, ürünlerini sattırır ve kendi ihtiyaçlarını bu kazancıyla karşılardı. Bir gün vezirlerden birisi padişahın yanına gelir ve “Şevketlüm, bunca hazine ki sizindir. Böyle uğraşıp kendinize zahmet edersiniz” değince hamiyetli padişah dedi ki;

“Bu, milletin hazinesidir. Bunu milletin ihtiyacına harcamak gerekir. İkincisi insan olana durmadan çalışmak düşer. İnsanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın bereketi başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan kazanç helal olur. Tadı ve bereketi olur”
Tarihin satır aralarından alınan bir alıntıdır.

Sultan Üçüncü Ahmed Han; sanata meraklı, sanatkârı koruyan ve kendiside hattat olan bir padişahtı. Kendi el yazısıyla dört adet Kur’an-ı Kerim yazdığı rivayet edilir. Aynı zamanda şairde olan padişah, şiirlerinde ‘Necîb’ mahlasını kullanmıştır. Nişancılığı ve ok şampiyonluğu olduğu bize ulaşan bilgilerdendir.

Sultan Üçüncü Mehmet Han; 1595-1603 yılları arasında padişahlık yapan sultan iyi bir kaşık ustasıdır. Okçuların kullandığı özel yüzükler yapardı.  Sultan aynı zamanda yüzükçüler loncasının üyesi idi. Süslemecilik sanatı olan hakkaklıkla uğraşan sultan, yaptığı kaşıkların saplarını inci, mercan yakut gibi değerli taşlarla süslerdi.

Kanuni Sultan Süleyman Han;  muhteşem idareciliğinin dışında en belirgin uğraşısı kuyumculuk olarak bizlere nakledilmiştir. İtalyan kuyumculuk sanatının örneklerini uygulayacak kadar mahir olduğu söylenir. Aynı zamanda kunduracılığa yani kavaflığa ilgi duyduğu da bu günlere ulaşan bilgiler arasında. Bunun dışında sultanın en belirgin ilgi alanı ise şairliğidir.

Yavuz Sultan Selim Han; şehzadeliğinden itibaren kendisinin çok okuyan bir kişi olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Başka bazı kaynaklar tarih, edebiyat ve seyahatname konularındaki kitaplara da meraklı olduğunu söyler. Sultan kitap okurken, satırları takipte kullanılan altından hilaller yapardı. Bu hilallerin uç kısımlarına kıymetli taşlar yerleştirirdi. Bu uğraşılarından dolayı padişah kuyumculuk yanıyla da bilinirdi. Ok atmayı sever ve iyi bir yay ustasıydı aynı zamanda iyi bir silahşordu.

Sultan İkinci Beyazıd Han; 1481-1512 yılları arasında padişahlık yapan sultan çoğu kaynakta faziletli, iyi ahlak sahibi, dindar ve hayırsever olarak nitelendirilmekte olan sultanın öne çıkan en önemli uğraşısı hattatlıktır. Bu konuda icazeti vardır. İlim adamlarını şairleri ve sanatkârları koruduğu ve devrinde İstanbul’un âlim ve sanatkârlarla dolduğu rivayet edilir. Hattatlığının yanı sıra âlimliği ve şairliğiyle de öne çıkan padişahımız “Adlî” mahlasıyla eserler yazmıştır.

Fatih Sultan Mehmet Han;  dönemin gelenekleri doğrultusunda teorik ve pratik alması için özen gösterilmiş bir padişahtır. Beş dil bildiği rivayet edilir. Sultan aldığı eğitim sonucu edebiyata da derin bir şekilde vakıf idi. Coğrafya, riyaziye ve hey’et ilmine de özel alakası vardı.  Haritalar üzerine çalışmalar yaptığı ve bir harita meraklısı olduğu bilinmektedir. Ayrıca gülleri aşılama ve ağaç yetiştirme özel uğraşları günümüze ulaşan bilgilerdir.

Sultan Çelebi Mehmet Han; karakter bakımından makul, sakin, irade sahibi, sözüne sadık ve ciddi bir portre çizen sultanımız aynı zamanda cesur ve mücadeleyi severdi. İdareci olarak adil, merhametli olduğu, âlim ve sanatkârları himaye ettiği bilinmektedir. En belirgin uğraşısı yay ve kiriş ustalığıdır bu işin piri olduğu için kendisine “yay gerdiren” manasına gelen “kürüşçü” adıyla da anılmaktadır.   Sultan Çelebi Mehmet aynı zamanda iyi bir avcıdır.

Yedi asırlık büyük bir çınarın yönetimine gelen otuz altı padişahın her birinin özel uğraşları olmuştur. Bu yazımızda belirgin uğraşlarıyla öne çıkan padişahlarımıza değinilmeye çalışıldı.

Binlerce kıtaya şanıyla, adaletiyle, merhametiyle iz bırakan bir imparatorluk nasibimiz olan. İşte böyle bir milletin evlatlarıyız.

Ne mutlu bizlere.

                                                                  Kaynakça:
                                                                 1-Osmanlı Hanedanı –Yeni Türkiye Yayınları
                                                                2-Netayiç-ül Vukuat/Türk Tarih Kurumu/1980
                                                               3- türkcebilgi.com

 


Vildan Poyraz Coşkun
Ocak 2017
Yazı No: 34
-----
Sözşehri Dergisi
Sayı 8, Ocak, Şubat, Mart 2017

22 Şubat 2016 Pazartesi

tabii ki BEN en iyiyim ;)

tabii ki BEN en iyiyim ;)


Yaşam içerisinde fiziksel olarak birbirlerine azda olsa benzeyen insanlar olmasına karşın, ruhen kimse kimseye tıpatıp benzememektedir. Bu nedenle de farklı düşünüp farklı yaşayan bireyler oluşur ve her bireyin bir yaşam amacı vardır. Bu amaca ulaşmak ve varlığını sürdürebilmek için belli kabul görmüş ahlak kuralları içinde bencil olmak zorundadır. Herkes bu nedenle bir nevi bencil yaratılmıştır.

Doğal olarak bencil yaratılan insandan beklenen, bu hissi doğru kullanabilmesidir. Özvarlığına değer verdiğini belli etmenin, kendi mutluluğunu önemsemesinin adı bencillik asla olamaz. Bir insan ancak bunları gerçekleştirdiğinde karşısındakilere gerçek manada faydalı olabilir.

Bencilliğini doğru kullananlar, bencilce yaşayanlarla asla bir değildir. Farkı belirleyen doğru bir eğitim ve ahlaktır her zaman. Bu dünyada ayakta durabilmenin gerekliliklerinden biridir belki de. Bu yaşam ve karşılıklı iletişim noktasında ince bir ayardır aslında.

Ego kelime itibari ile toplum ve kişi nezdinde çok fazla kabul görmeyen itici bir kelimedir. Yaratılış itibariyle içimizde çok farklı ben’lerle dünyaya geliriz. Ego, içimizdeki farklı ben’lerden sadece biridir. Bu farklı ben’ler daima mücadele içerisinde olup, mücadeleyi sindiremeyip öne çıkan duygudur benlik duygusu. Bu duyguların en büyük özelliği “benim duygularım- benim düşüncelerim ” olarak ortaya çıkmasıdır.

Bu benlikler genelde iki şekilde ortaya çıkar. Biri gerektiği için ortaya çıkar ve rengini tam olarak belli etmez, diğeri ise hiçbir gerekliliğe takılmadan sergilenen aleni bir davranış bozukluğudur.  Bu durum tamamıyla kişinin kendisi ile ilgili bir sorundur.

Egoist ben’lerini en saf şekilde yaşatanlar çocuklardır. Çocukluk çağında var olan bu benlik duygusunun dizginlenebilmesi için bu yaşlarda veriler eğitimler ve kişinin tevazu duygusunun geliştirilmesi, sağlıklı benliğe doğru gidiş adına çok önemlidir. Hak-hukuk, töre-yasa ve özgürlük çerçevesinde benliklerin mücadeleleri tabii ki olacaktır. Koruyucu, dizginleyici unsurların bu noktada devreye girmesi gerekir. Adil olmak, işe ehlini vermek, liyakate ehemmiyet göstermek gibi insani hasletler egonun panzehiri olabilir çoğu zaman.

Sosyal yaşam içerisinde diğer bireylerle sürekli etkileşim içerisindeyiz. Sağlıklı etkin iletişim içerisinde olabilmenin birçok gereklilikleri vardır. Bunun anlamı; içimizdeki duygularımızı tutamamamız ve karşımızdakiyle paylaşma isteğimizdir. Böyle bir iletişime girmeden önce içimizdeki ben’leri iyi tanımamız ve onlarla iyi iletişim içerisinde olmamız çok önemlidir.

İletişimin en yoğun olduğu sosyal alanlarımızın içinde ister istemez benlik duyguları apaçık ortada olan kişi veyahut kişilerle, yöneticilerle karşılaşma ihtimalimiz oldukça yüksek bir olasılıktır. Hal böyle iken egoist kişiliklerle sağlıksız etkileşimler kaçınılmaz olacaktır.

 -Ben en iyiyim-i sürekli olarak karşısındakine empoze etmeye çalışan, kurduğu her cümlenin başında -ben- kelimesini ihmal etmeyen bir iş arkadaşı, bir dost, bir yönetici düşünün. Bu egoist benlikler devamlı olarak kendi suçlarını, kendi eksikliklerini ve hatalarını örtbas etmek hatta ve hatta karşısındakilere mal etmek için egoizmin her türlü yolunu denerler. Burada ünlü bir düşünürün bir sözünü hatırlamakta yarar görüyorum. Balzac der ki “bencillik dostluğun zehiridir ”.

Sürekli ders veren, karşısındakileri sürekli olarak dinleyici olarak gören bu kişiliklerin en sinir bozucu gösterileri ise bilgiç bilgiç konuşmalarıdır. Bu gösterilerin amacı genellikle gençleri etkilemek bazen de sindirmek içindir. Yönetici konumunda olan bu kişilikler gösterilerine seyirci bulabilmekte iken arkadaşlık düzeyinde ki bu kişilikler çevrelerini yenilemek durumunda kalırlar çoğu zaman.

Bu sosyal çevreden çıkılmadığı müddetçe bu davranış bozuklukları devamlılık arz eder. Böyle bir durumda kişinin etkileşime girmemesi kadar doğal ne olabilir ki. Hal böyle iken zamanla iletişim kopma noktasına gelir ve kopar.

Her şeyin en güzelini dillendiren düşüncenin üstadına kulak verme zamanı şimdi. Hz Mevlana der ki;

                                    “ Egoyu yenmeyi başardığın zaman,                           içindeki bütün karanlıklar, aydınlığa dönüşecektir


Vildan Poyraz Coşkun
         Yazı No: 33
 
Külliye Mecmuası
Sayı 10, Mayıs 2017
-----
Söz Şehri Dergisi, Sayı 5
Nisan Mayıs Haziran 2016
 

19 Ocak 2016 Salı

Dünya ayaklar altında

Dünya ayaklar altında

Yirmi birinci yüzyılın insanı olmak, bu dönem içinde yaşamak ne kadar muazzam bir duygu. Geçmişte atalarımızın yaşantılarını tarih kitaplarından okuduğumuzda ya da eski bir film izlediğimizde birçok yaşanmışlıklara şaşkınlıkla gülümseriz. Büyüklerimizin anılarını dinleme lütfünde bulunduğumuzda şimdiki zaman karşılaştırılır ve bu kısa sohbetlerde imkânsızlıklardan bahsedilir. Konuşmaların sonları ise yaşanmış, zihinlerde dipdiri duran küçük mutluluklar dile gelir. Sönmeye yüz tutmuş gözlerde beliren bu mutluluk bizlere bırakılan en güzel anılardır aslında.

Yaş itibari ile bizlerde artık o noktaya geliyoruz. Son elli yılda dünyada ve son yirmi yılda ülkemizde ne çok şey değişti. Bu değişikliklerdeki en önemli etken, bilindiği üzere teknolojinin hızla hayatımıza girmiş olmasıdır. Cep telefonlarının ve internetin ardından akıllı telefonların parmaklarımızın ucunda olması demek, dünyanın ayaklarımızın altında olmasıyla eş değer bir nevi. Oturduğumuz yerden dünyaya bir şekilde de olsa hâkim olmak, olan bitenden haberdar olmak mutluluk verici olsa gerek.

Genel düşünce bu iken toplum olarak, dünya insanı olarak neden daha az mutluyuz? -Hiç düşündünüz mü –demeyeceğim tabii ki. Her aklı başında, birey belli dönemlerde kendi veya çevresindekiler için düşünür elbet. Yaşam içerisindeki eksiklikler kişi için büyük mutsuzluk kaynağı olabilir. Giriş kısmında atalarımızın yokluk içindeki yaşayışlarından bahsetmiştim. Eksiklikler yönünden, zamanlarımızı karşılaştırınca mutsuz olmak için asıl onların geçerli sebepleri vardı. Ama durum tam tersine bu zamanda. Gençlerimiz neden mutsuz? Çocuklarımıza elimizden gelen her şeyi yapmamıza rağmen neden mutlu edemiyoruz? Biz neden daha az mutluyuz? Neden içyapılarımızı huzurla donatamıyor, esenlikle dokuyamıyoruz? Sağlıklı nefes alıp vermemiz en büyük mutluluk neden olamıyor? Sorunun cevabı çok basit aslında fakat sorunun çözümü ise bir o kadar da karmaşık.

Parmaklarının ucunda dünyayı gözlemleyen çocuklarımıza, sunduklarımızla yetemiyor olmamız işin bir boyutu olabilir. Onlar parmaklarının yardımıyla görüp, ulaştım sandıkları dünyanın nimetlerini avuçlarında hissetmek istiyorlar. Avuçlayamadıkları dünya onları türlü türlü hırslara ve akabinde mutsuzluklara sürüklüyor çoğu zaman. Doyumsuzluk ve sürekli tüketme ihtiyacı burada kendini gösteriyor. Bilinçli hareket eden, bu duruma dur diyebilen ebeveynlerin çocukları, geçişleri daha az hasarla atlatmakta ve elindekilerle yetinip mutlu olabilen bireyler olarak yollarına devam etmekteler.

Bir çocuğun, akabinde bir toplumun şekillenmesinde en etkin usta tabii ki annedir. Mutlu annelerin ellerinde ilk şeklini, ilk eğitimini alan çocuk topluma sağlıklı bireyler olarak adım atar. Önemli olan annelerin ne kadar mutlu olduğudur. Dünya sadece çocuklarımızın parmaklarının ucunda değil tabii ki. Anneler ve babalarda bu durumun bir parçası.  Onlarda tüketim çarkının içinde savrulup duruyorlar. Bu noktadaki kontrol mekanizması bilmelisiniz ki şükürdür. Bu kontrol mekanizmasını işletemeyen, şükretme erdemliliğini hayatının merkezine koyamayan her birey mutsuzluğa davetiye çıkarıyor demektir.  
“Daima önüne değil ardına da bak” felsefesi çoğu zaman doğru bir davranış olabilir. İleriye koşarken, aşırı isteklere ulaşamama durumunda, tamiri imkânsız hayal kırıklıkları olan, doğru bakış açısını yakalayamayan ve kendine yabancılaşan bir neslin varlığı kaçınılmaz olacaktır. Hayatın satır aralarının okunabilmesi bu noktada çok daha fazla önem arz etmektedir.

Kendini aramak, kendini bulmak, kendine bakmak, kendini görmek, kendiyle tanışıp kendisiyle beraber yaşamak, kendini değerli kılmak ve en önemlisi kendini mutlu etmek kavramlarını yakalayabilen her birey mutluluğunu ve mutluluğun beraberinde gelen başarıları da yakalayacak demektir. Benlik duygusundan sıyrılmış birey, sosyal hayattaki duyarlılıklarıyla varlığına değer kattığında mutlu olacaktır. İçinde bulunduğu hayatta An’a hâkim olanlar, güzel görüntüler resmedeceklerdir geleceğe.

Kısaca; kişinin mutluluğunun ya da mutsuzluğunun en büyük mimarı kişinin yine kendisidir diyerek sözü, sözün üstadına bırakıyorum.

 Necip Fazıl der ki;
                           “ bir bölünmez ki insan, onu zaman bölüyor  
                                       İnsan her an dirilip her saniye ölüyor”


Vildan Poyraz Coşkun
20.12.2015
Yazı No: 32

Söz Şehri Dergisi, Sayı 4
Ocak Şubat Mart 2016

5 Mart 2015 Perşembe

Yarına Hasret

              YARINA HASRET….
 
Uzun ve kasvetli sayılabilecek derecede karanlık bir odadan geçiyordu. Etrafına bakındı şaşkın gözlerle.“ne arıyorum burada” diyebildi ancak. Baktığı hiçbir şey tanıdık gelmiyordu. Bildiği tek şey vardı o da uzun bir yoldan, bilinmezliğe geldiği idi. Sadece
sevgi nelere kadir” diye düşündü gülümseyerek.
Girmek istediği kapıya doğru yöneldi merakla. Karşısındaki odanın kapısı, koridorun derinliğinde kaybolmuştu. Dikkatli bakılmasa görülemeyecek kadar sade idi her şey. Kapıya doğru ürkek ve tedirgin adımlarla ilerledi Amata. Eline tutuşturulan anahtara tekrar tekrar baktı. Karmaşık duygularla anahtarı kilide sokmak istediğinde kapının hafif aralanmış olduğunu fark ettiğinde, girip girmeme arasında gitti geldi bir an.
Korku, şaşkınlık, merak, tedirginlik gibi hislerin yanında, tarifi imkânsız bir duygu hissediyordu tüm benliği. Biliyordu ki bu kapının ardında, koridora inat güzelliklerle karşılaşacaktı kendisini.
Kapıyı araladı usulca. Çok küçük bir mekân idi ilk fark ettiği. Oda koridor kadar olmasa da karanlıktı. Güneşin keskin ışıklarının girmesini engellemek istercesine, sıkı sıkıya kapatılmıştı perdelerle ve içerisi bu yüzden loş idi. Kapının tam girişinde küçük bir masa; masanın üzerinde ise bilgisayar, gözlerine inanamıyordu papatyalar. Odada ki loş ışığı unutturacak derecede yüzü aydınlandı birden Amata’nın. Yoksa sevdiği adam bu çiçekleri odaya yerleştirmekle hoş geldin mi demek istemişti.
Vazonun yanında iki ajanda ve dağınık şekilde duran, notlar,  kâğıtlar vardı. Masanın tam yanındaki duvar ise tümüyle kitaplık olarak düzenlenmiş, karşı duvarda tek kapaklı bir dolap ve küçük gül desenleri ile döşenmiş kanepe yerleştirilmişti. Yerde kanepenin renklerine uygun bir küçük kilim vardı. İlk anda, küçük olmasının verdiği kalabalığın dışında göz rahatsızlığı verecek hiçbir şey yoktu aslında.
Odanın içi kitap kokusu ve kendisine de huzur veren sevdiği adamın kokusu hâkimdi. Kitaplığa yöneldi. Hayatında vazgeçemediklerindendi kitaplar. Aralarından rastgele seçerek, eline bir kitap aldı ve şöyle bir inceledi. Duvarda asılı duran saate gözü iliştiğinde ise, saatin çalışmadığını daha doğrusu akrep ve yelkovanın sürekli aynı yerde can çekişircesine yerlerinde saydıklarını gördü.
Odanın içerisine girmek için sabırsızlanan güneşi fark ettiğinde pencereye yöneldi ve perdenin iki kanadından tutarak, pencereyi araladığı anda güneşin yakıcı kızıllıktaki ışıkları içeri dalmıştı bile. Olağan üstü bir aydınlık kaplamıştı odanın her bir köşesini. İçerisi loş iken fark edemediği ufak detayları inceledi. Küçük objeler, masa altında duran kâğıtlarla dolu çöp sepeti, geceden içilmiş olduğu, kurumuş kahve telvesinden anlaşılan bir fincan….
 Dolabın içerisinde Pierre’in bazı eşyaları asılı duruyordu. Dolap altında bir yastık ve bir pike, düzgün bir şekilde, özenle katlanmış ve yerleştirilmişti. Güzeldi evet her şey çok sade ve güzel gözüküyordu gözüne. Şimdi ise iyi ki buradayım diye düşünüyordu Amata. Odanın içerisinde varlığını ispatlamak istercesine bir şeyler yapmalıyım düşüncesiyle hareket etmeye başlamıştı. Kitapları düzenleme bahanesiyle çoğu vaktini orda geçirmişti. Nerde olduğunu ve bilinmezliğe niçin yol aldığını artık daha iyi anlıyordu. İçindeki o büyük sevgi onu buralara getirmişti başka da izahı yok diye düşündü. Buraya gelmesinin bilinmezliği çözülmüştü fakat yarınların bilinmezliği hala devam etmekteydi.
Yorgunluğun verdiği rehavetle, oturduğu kanepede uyuya kalmıştı. Gözlerini açtığında bir çift sevgiyle bakan gözle karşı karşıya idi.
_ “ geldin mi canım, ne zaman geldin” dedi uykulu gözlerle.
_  yeni sayılır, seni uyandırmak istememiştim sevgilim
_ “yok, önemli değil, uyumak istemiyorum zaten” diyerek uzandığı yerden doğruldu ve sevdiği adamla özlemle kucaklaştı ve canım diyebildi sadece.
Pierre gelirken, yiyecek bir şeyler getirmişti yanında. Çayla birlikte karınlarını doyurdular. Bu küçük odayı ne kadar çok sevdiğini anlatıyordu yemek arasında Amata.
İlerleyen saatlerde Pierre’in çalışmalarında da başyardımcı görevini üstlenmişti adeta. Her ikisi de bu halleri ile tarifi imkânsız bir haz duyuyorlardı yüreklerinde. Amata’nın yaşantısına girmesiyle birçok şey değişmişti. Hayatı doyasıya yaşamak artık hayallerde kalmamıştı ve özel duygulardı bunlar.. En basitinden; karanlık odasına sevdiği kadınla birlikte Güneş de girmişti ve hayatı yaşanılır kılmışlardı. Sevmek ve sevilmeyi doyasıya yaşamak istiyorum onunla diyordu içinden.
Bu an durmalıydı. Tıpkı duvarda asılı duran saat gibi. Yerinde saymalıydı her şey. Bunları dua eder gibi geçirdi içinden ve sandalyede oturmuş kitap karıştıran Amata’nın yanına yaklaştı. Arkadan kollarını sevgilisinin boynuna doladı ve sevgiyle sarıldı.
Odanın ışığının azaldığını fark ettikleri anda her ikisi de pencereye yöneldiler. Günbatımıydı karşılarındaki. Günbatımını izlemek için birbirlerine sevgiyle sarılarak pencerenin önünde öylece durdular. Karşılarındaki akşam kızıllığını seyretmek her şeye değerdi. Güneşin, karşı yamaçların ardından kaybolmasını nefeslerini tutarak izlediler.. Bu muhteşem anı düşlerinde yaşamışlardı ve şimdilerde düşlerini gerçekleştirmekten dolayı, içlerinde bir çocuk sevinci yaşıyorlardı.
Gece geç saatlere kadar oturdular, dertleşip konuştular, özlem giderdiler. İki ayrı yürek tek yürek olmuştu artık. Bir arada olmalarının verdiği hazzı hiçbir şeye değişmezlerdi..
Gecenin geç vakitlerine gelindiğinde Amata yorgun gözlerine yenik düşmek üzereydi artık. Pierre dolaptan pike ve yastığını çıkartıp kanepeyi hazırlarken Amata onu sevgiyle izliyordu. Dün, sevdiği adamın baş koyduğu yastığa baş koyacaktı. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı adeta.  bu anı bozmamalıyım” diyerek yutkundu güçlükle. Sevdiğine belli etmemeliydi yüreğindeki hüznü. O’nun üzülmesi hayatta en son isteyeceği şeydi. Hemen kanepedeki yastığa başını koydu. Konuşmada zorluk çektiği için “iyi geceler” zor diyebildi hayatının anlamına.
Pierre, sevdiği kadının üzerine pikeyi usulca örtüp ve yanı başına oturdu, doyasıya baktı. Hayat o varken ne kadar anlamlıydı oysa. Onun uykuya dalmasını bekledi ve sessizce konuşmaya başladı. Biriktirdiği tüm kelimeleri sıralayarak sevgisini dile getirmeye çalışıyordu. Bir gelinciği dokunur gibi usulca dokunuyordu saçlarına, yüzüne. Ve Allah’ına şükrediyordu yüreğindeki yeşeren sevgi için. Zaman bu saatte durmalıydı evet. Orda, tam başucunda sabahlamak istiyordu. Kalkıp gittiği vakit, geldiğinde sevdiği kadını bulamama korkusu sardı tüm benliğini.
_  gitmeyeceğim, bırakmayacağım seni” derken Amata gözlerini araladı. Ve
_  sen hala gitmedin mi sevgilim” dedi.
_   hayır, gitmeyi de istemiyorum. senin yanında kalmak istiyorum böylece
_  canım gitmelisin. Ben burada iyiyim bak. Sabah seni ben uyandıracağım ve güneşin doğuşunu beraber izleyeceğiz
_ “ tamam, sen nasıl istiyorsan öyle olsun sevgilim” diyerek alnına,  sevgi buseleri bırakıp ve kapıya yöneldi ister istemez.
Bedeni kalkıp gidiyordu ama tüm benliği sevdiğinin yanında kalmıştı. Kapı eşiğinden ayrılamıyordu bir türlü. Amata, sabah gün doğumunu beraber izleyeceğiz diye söz vermişti ama biliyordu ki uyanınca O’nu göremeyecekti.  Her ikisi de biliyorlardı ki onlar için, gün doğmayacaktı. Yarınları beraber karşılayamayacaklardı hiçbir zaman. Çünkü saatler öncesinde zamanın durmasını istemişlerdi gün doğumunun o muhteşem güzelliğini unutarak.
Gözlerinden süzülen yaşlara engel olmadan, son kez sevdiği kadına baktı ve usulca kapıyı örterek koridor boyunca ağır adımlarla yürüdü.
Amata ise Pierre’in kalkıp, kapıda uzun bir süre beklediğini ve kendisini izlediğini hissetmişti. O’nun da içinde fırtınalar koptuğunu biliyordu kendi gibi. Birbirlerine söyleyemedikleri o kadar çok şey vardı ki. Uzun sayılabilecek bekleyişinin ardından, kapının usulca kapandığını duydu ve o anda boğazına düğümlenen hıçkırıkları sevdiğinin yastığına gömdü. Gözlerindeki yaşları tutmasına gerek yoktu artık, yalnızdı. Gözyaşlarına yol vermesiyle, daralan yüreğinin bir nebze rahatladığını hissetti. Zordu çok zordu. Sevdiğinin yarınlarında olmayacak oluşu çok ağır geliyordu.
Yarınlarla ilgili umudun dışında her duyguyu, ayrı yerlerde de olsalar beraber hissediyorlardı yüreklerinde. Bildikleri tek gerçek ise sabır gerektiren bir sevgiyle ödüllendirilmiş olduklarıydı.
 
Vildan Poyraz Coşkun   
05.05.2012
Yazı No: 31
                                            
Poyraz Edebiyat
Sayı -20 / 2012

Soma Şiir Antolojisi Üzerine

Soma Şiir Antolojisi Üzerine…

 UNUTTURMAYACAĞIZ sloganıyla okurlarla buluşturulan  “soma şiirleri antolojisi ” Türk edebiyat kitaplığındaki yerini aldı şimdilerde.

Okurlar açısından okunması en zor eserlerden biri beklide. Okudukça acıları tekrar tekrar yaşayacağız ister istemez. Ama mutlaka okumalı ve unutmamalıyız diye düşünüyorum.

Yapıtın koordinatörlüğünü yürüten şair arkadaşımızın önsöz yazısının bir bölümü paylaşmak istiyorum sizinle.

 “Soma’da 13 Mayıstan sonra yaşayan olmak, kaymakam olmak, polis olmak, öğretmen olmak, insan olmak zordu. Taşın altına elini koymak zordu, bu zoru başaranlarla, şehit eşleriyle, şehit çocuklarıyla, şehit yakınlarıyla huzura geldik yan yana.”- Mehmet Metin Baş

Editör gonca aydemir’in kaleminden dökülenler ise;

“ Antoloji hazırlamaktaki amacımız bu faciayı unutturmamaktır. Ağıtlar yakmak, şiirler düzmek çözüm değildir elbet. Hamasetten bir şey çıkmaz.  Sadece biraz olsun öfkemizi yatıştırır, o kadar. ”

Ayrıca kitabın çıkış aşamasında ve düzenlenen gecede emeği geçen tüm duyarlı dost yüreklere edilen teşekkür yazısı kitabın ön sayfalarında yer alıyor. Bende bu vesileyle adı geçenler kişilere ve kurumlara bu vesile ile teşekkür ediyorum.

Yazımın bu bölümünde Antoloji içerisinde yer alan eserlerden aldığım acı dolu dizeleri paylaşmak istiyorum sizlerle.

bütün ışıkları kırmızı yanan bir kavşakta / sağ kalmak oyunuydu madencilik ” diye başlıyor şairimiz.

“yüzlerce arkadaşıyla birlikte/ ölümün bir örnek kıyafetlerini giyip/simsiyah kaderimizle/ yenildik ölüme dostlar ”  Alim Yavuz /Giresun

“ hiç ağlamamalıydı bahar gözlü yarınlar/ ateş topuna mı sarılmalıydı koca ömür/ onlar bir lokma ekmek için/ yarınsız, babasız kalmamalıydı  ” Azime Gürlek / Akşehir

“ ağlama kadınım, ağlama çocuğum diyemem şimdi / şehrim bozuk, günsüz yüzüm, katığım yok getirecek/ sözüm ise infilak mevsiminde ” Ferzan Sarpkaya / Manisa

“ yüreğinden vurulmuş yatıyor madenci şehidim/

hain bir ihmal pususunda kaldı bedenin/ susamışsınızdır su ister kavrulmuş ciğerlerin/düşerken alnını delmiş kömür aldığın yerlerin ” M. Metin Baş / Elazığ

“ aymazlık sularında/ biçilmiş taze filizler/ ağıt figan olmuş/

yükseliyor arşa/ yeter yeter ” Hikmet Özkaya / Kayseri

“ her parça kömürün, közün üstünde/ bir insan taleyi küle çevrildi/ her maden deyende, ocak deyende/ sesimiz naleye, ağlayan dile çevrildi ” Raife Serxanqızı/ Azerbaycan

“ adını değiştiriyorum ‘babalar şehri’ babalar gününden eksik olan/ çünkü babam şehit ve şehitler kutlanmaz…anılır/ artık kork benden ahım var sana/ sen ‘baba’ gibi saramazsın, üşüyeceğim/ ölüm rüzgarı daha sert olacak ” Semih Yunca/ Diyarbakır

“ yaz bahar ayları hüsrana döndü/ bülbülün yerine baykuşlar kondu/ kapılar kapandı ocaklar söndü/ yandı yüreğimiz ağlar Türkiye’m ” Metin Cansız/ Sivas

“ sararıp solmuş sardunyalar saksılarda/ sarıp sarmalayamayacak diye yavrularını, babalarının kolları/ bundan böyle artık sarmaşıklarda sarmayacakmış asla duvarlarımızı ” Semra Maral/ Tokat

“ şapkaların ışığı ilelebet söndü bak/ tulumları, çizmesi, kürekleri öldü bak/ kömür yetimdirartık, gün geceye döndü bak ” Sibel Unur Özdemir/ Ankara

“ madenci isen kefen hazır olacak/ unutacaksın gün ışığını, hayatı/ çalıştığın her günü son bileceksin/ ölüm hep yakanda olacak/ Azrail ise yoldaşın olacak ” Mehmet  Deniz Küçüköner/ İzmir

“ baba bu yangın seni mi yaktı/ madeni mi/ yürekleri mi/ yoksa bizi mi/ kimi yaktı/ biz şimdi sensiz mi kaldık bu evrende/ sabah beni kim öpecek sen işe giderken ” Faruk Ambarcıoğlu/ Bursa

“ hüzün perde perde aralanıyor Soma’da / bir kavganın/ ekmek kavgasının son iş günü/ ağaran gün bile karanlık artık ”  Vildan Poyraz Coşkun/ Artvin

Vildan Poyraz Coşkun

02.12.2014 / İrade Gazetesi / Sivas
Yazı No: 30